1882'de İstanbul’da doğdu. 9 Ocak 1964’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. 1901'de Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde mezun oldu. Öğretmenleri arasında Rıza Tevfik Bölükbaşı ile sonradan evlendiği ve ilk kocası olan Salih Zeki de vardı. İlk yazıları "Halide Salih" takma adıyla Tanin gazetesinde yayınlandı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. Gericilerin tepkisinden çekindiği için 31 Mart Olayı’nda çocuklarıyla birlikte Mısır’a gitti. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra yurda döndü. 1909'dan sonra öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Kadınların toplumsal yaşama katılması ve eğitilmesi için çalışan Teâli-i Nisvan Cemiyeti’ni kurdu. 1912’de kurulan Türk Ocağı’na katıldı. 1919'da Wilson Prensipleri Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı yıl İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgal edilmesini protesto için Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen mitingde yaptığı etkili konuşma büyük yankı uyandırdı. Hakkında soruşturma açılınca, 1917'de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar birlikte Anadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Çeşitli cepheleri dolaştı, Mehmetçiklere moral ve destek verdi. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi.
Savaş sürerken Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917’de Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere’de yaşadı. Amerika’da Columbia Üniversitesi, Hindistan’da Delhi İslam Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939’da Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950’de milletvekili seçildi. 4 yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölümüne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. 1910'da yayınlanan ilk romanı "Seviye Talip" ile 1911'de yayınlanan ilk öykü kitabı "Harap Mabetler" edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılandı. Romanlarının kadınları, Batılı bir anlayışla idealize edilmiş, güçlü ve kültürlü kadınlardı. Kahramanlarının kişiliklerine, ruh yapılarına ve davranışlarına önem vererek bu özelliğiyle Türk romanında yeni bir adım attı. Kurtuluş Savaşı döneminde ulusçu, milli duyguları öne çıkaran roman ve öyküler kaleme aldı. "Yeni Turan", ""Ateşten Gömlek" ve "Vurun Kahpeye" bu dönemin eserleridir. En tanınmış romanı "Sinekli Bakkal" yazarlığında olgunluk dönemini gösterir. Bu romanda Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanlar, aydınlar ve saray çevresi gibi 2'nci Abdülhamit döneminin farklı toplum kesimleri canlandırılır. Bu romanın yazıldığı yıllarda Türkiye bağımsız ve Batı yanlısı bir ülke olmayı tercih etmişti. Bir yandan da Tanzimattan beri süren Batı-Doğu çatışmasından kurtulamamıştı. Halide Edip, "Sinekli Bakkal"da Doğu'nun değerlerini bulup çıkarmak, Batı'nın karşısına koymak amacındadır. Roman "roman yanıyla zayıf olmakla" eleştirildi. Halide Edip'in ingilizce yazılmış incelemeleri de var.
ESERLERİ
ROMAN:
Heyula (1908)
Raik’in Annesi (1909)
Seviye Talip (1910)
Handan (1912)
Yeni Turan (1912)
Son Eseri (1913)
Mev’ud Hüküm (1918)
Ateşten Gömlek (1923)
Vurun Kahpeye (1923)
Kalp Ağrısı (1924)
Zeyno’nun Oğlu (1928)
Sinekli Bakkal (1936)
Yolpalas Cinayeti (1937)
Tatarcık (1939)
Sonsuz Panayır (1946)
Döner Ayna (1954)
Akile Hanım Sokağı (1958)
Kerim Ustanın Oğlu (1958)
Sevda Sokağı Komedyası (1959)
Çaresaz (1961)
Hayat Parçaları (1963)
ÖYKÜ:
İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım Us ile birlikte, 1922)
Harap Mabetler (1911)
Dağa Çıkan Kurt (1922)
OYUN:
Kenan Çobanları (1916)
Maske ve Ruh (1945)
ANI:
Türkün Ateşle İmtihanı (1962)
Mor Salkımlı Ev (1963)
HALİT ZİYA UŞAKLIGİL
Halit Ziya Uşaklıgil (1867-1945)
1867'de İstanbul’da doğdu. 23 Mayıs 1945’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. "Uşakizadeler" olarak tanınan İstanbullu bir aileden Hacı Halit Efendi'nin oğlu. Fatih Askeri Rüştiyesi'nde öğrenime başladı. Babasının işleri bozulunca ailesi İzmir’e taşındı. İzmir Rüştiyesi'ne girdi. Özel Fransızca dersler aldı. Avusturyalı Katolik rahiplerin yönettiği Mechitariste Okulu'na devam etti. 1884'te son sınıftan ayrılarak babasının ticarethanesinde çalışmaya başladı. İzmir Rüştiyesi'nde Fransızca öğretmenliği yaptı. Osmanlı Bankası'nda çalıştı. İzmir İdadisi'nde Fransızca ve edebiyat dersleri verdi. 1893'te İstanbul Reji İdaresi'nde Başkatip oldu, İstanbul’a taşındı. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından sonra reji komiserliğine getirildi. Darülfünun'da (İstanbul Üniversitesi) Batı edebiyatı ve estetik dersleri verdi. 1909'da İttihat ve Terakki'nin önerisiyle Mabeyn Başkatibi oldu. 1911'de Meclis-i Âyan üyeliğine seçildi. Daha sonra üniversiteye döndü. Siyasi görevlerle Fransa, Almanya ve Romanya'ya gitti. İttihat ve Terakki'nin iktidardan düşmesinden sonra Reji İdaresi Yönetim Kurulu Başkanlığı'na getirildi. Cumhuriyet'ten sonra Yeşilköy'deki yalısına çekildi.
Edebiyat yaşamına çeviriler ve şiirle başladı. İzmir'de 1884-1885 arasında Nevruz dergisini, 1886’da Hizmet gazetesini çıkardı. 1896'da Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katıldı. Servet-i Fünun dergisinde kendisine büyük ün sağlayan romanları tefrika halinde yayınlandı. 1901'de yazarlığı bıraktı. 2'nci Meşrutiyet'ten sonra tekrar yazmaya başladı ama 1923'e kadar bunları yayınlamadı. İzmir'de yazdığı ilk kısa romanlarda acıklı, duygusal bir anlatımla karşılıksız sevgiyi konu aldı. 1895'te yayınlanan "Mai ve Siyah" romanında aşk serüvenleri ikinci planda kaldı. Şairler, gazeteciler, yazarlar, yayıncılar arasında geçen olaylar çerçevesinde o dönemin basın dünyasını anlattı. 1925'te yayınlanan "Aşk-ı Memnu" ilk büyük Türk romanı kabul edilir. Sağlam bir kurgusu ve tekniği olan bu romanda, genç ve güzel bir kadının, zengin ama yaşlı kocasına sadık kalma kararına karşın, elinde olmaksızın yasak bir aşka sürüklenmesi, olayın psikolojik nedenleri üzerinde de durularak gerçekçi bir yaklaşımla anlatılır. Romanda olay, kişiler arasındaki maddi ve manevi bağlantılarla ustaca örülmüş, hareket, betimleme ve ruh çözümlemeleri ölçülü ve dengeli olarak işlenmiştir.
ESERLERİ
ROMAN:
Nemide (1889)
Bir Ölünün Defteri (1890)
Ferdi ve Şürekası (1894-1985)
Mai ve Siyah (1895-1988)
Aşk-ı Memnu (1925-1987)
Kırık Hayatlar(1924-1989)
Sefile (1886)
ÖYKÜ:
Bir İzdivacın Tarih-i Muâşakası (1889)
Bir Muhtıranın Son Yaprakları (1889)
Küçük Fıkralar (3 Cilt) (1896)
Bir Yazın Tarihi (1898-1988)
Solgun Demet (1901)
Sepette Bulunmuş (1920)
Bir Hikâye-i Sevda (1922-1987)
Hepsinden Acı (1934-1984)
Onu Beklerken (1935-1940)
Aşka Dair (1935-1986)
İhtiyar Dost (1939)
Kadın Pençesi (1039-1987)
İzmir Hikâyeleri (1950)
ANILAR:
Kırk Yıl (1936-1969)
Bir Acı Hikaye (1942)
Saray ve Ötesi (1942-1981)
DENEME:
Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi (1885)
Hikaye ve Temaşa (1889)
Yunan Edebiyatı (1912)
Latin Edebiyatı (1912)
Alman Tarihi Edebiyatı (1912)
Fransız Tarihi Edebiyatı (1912)
Sanata Dair (1938-1955)
Bir Ölünün Defteri / Halit Ziya Uşaklıgil
KİTABIN ADI: BİR ÖLÜNÜN DEFTERİ
KİTABIN YAZARI: HALİD ZİYA UŞAKLIGİL
1- BİR ÖLÜNÜN DEFTERİ KONUSU:
Ölüm döşeğinde olan bir adamın son vermeden önce en iyi arkadaşına bıraktığı defter ve arkadaşının bu defteri okuyunca hissettiği duygular.
2- BİR ÖLÜNÜN DEFTERİ ÖZETİ:
Hüsamettin Bey, eşi, çocukları ve kayınvalidesi yağmurlu bir pazar günü evde oturmaktadırlar. O sırada bir haber gelir; Hüsamettin acil olarak ölüm döşeğinde olan arkadaşı Vecdi’nin yanına gider. Vecdi yatağına uzanmış zar zor konuşabilmektedir. Son sözleri Hüsam’a o güne kadar söyleyemedikleri ve hissetiklerini yazdığı bir defter bıraktığı üzerine olur. Hüsam; Vecdi’nin vefatından sonra defteri okumaya başlar.
Vecdi daha beş yaşındayken annesini kaybeder, babasıyla birlikte o sıralarda üç yaşında olan kızı Nigar ile birlikte yaşayan halasının yanına yerleşirler. Birkaç sene sonra babası Vecdi’yi yatıla okula yerleştirir. Vecdi o günden sonra babasını bir daha görmez. Halası ona babasının yurtdışına gittiğini söyler. Birgün Vecdi okulun bahçesinde ailesinden yeni ayrılmlş, ağlamaklı gözlerle etrafı seyreden Hüsam’ı görür ve aralarında büyük bir dostluk başlar. Haftasonlarında Hüsam ile birlikte halasının evine giderler. Nigar’da onlara katılır. Yıllar sonra Vecdi doktor olarak mezun olur. Hüsam da ailesini ziyarete gitmiştir. Bir akşam halası Vecdi’ye Nigar’ın kocası olmasını istediğini söyler. Vecdi o güne kadar böyle bir şeyi aklına getirmemiştir ve halasından düşünmek için zaman ister. Hüsam da bu arada yazar olarak bir matbaada çalışmaya başlar. Zaman geçtikçe Vecdi, Nigar2a aşık olur ancak bunu ona söylemez. Bir gece Nigar gelir, herşeyi bildiğini ancak aralarında böyle bir durumun olmasının imkansız olduğunu söyler. Vecdi, o günden sonra halasının evini terk eder ve annesinin öldüğü evlerine tşınır. Hüsam’ı da davet eder. Birlikte yaşamaya başlarlar. Zamanla Nigar’ın Hüsam’I sevdiğini, hüsam’ın da karşılıksız olmadığını anlar. Halasıyla konuşur ve Hüsam ile NigarIn evlenmesine aracı olur. Ama onların evlenmesi bile Vecdi’nin aşkını dindiremez ve mutuluğu bulabileceği bir yer aramaya başlar. Birgün Çanakkale Savaşı’na giden doktorları görür ve o da gönüllü olarak gitmeye karar verir. Bu kararından ne halasına ne de Nigar’a söz eder. Sadece Hüsam’a haber verir. Cephede sol kolundan yaralanır ve bir süre sonra kolu kesilir. Burada bir teğmenle tanışır, bu teğmenin yüzünde şarapnel izi vardır ve döndüğünde nişanlısınınonu beğenmeyeceği düşüncesiyle utanç duyar. Vecdi de kendi yarasının onunkinden kat kat büyük olduğundan dolayı yaşamasında bir anlam olmadığını düşünmeye başlar. Ve bir gün kendini çatışmanın ortasına atar. Sol omzundan tekrar yaralanır ve İstanbul’a gönderilir. Bir süre sonra Hüsam’ı çalıştığı yerde ziyaret eder. Üzerinde bir şal vardır ve Hüsam Vecdi’nin kolunun olmadığını farketmez. Daha sonra eve giderler. Halası, Nigar ve çocuklar da kolunun olmadığının farkına varmazlar.bir süre sonra Vecdi’nin kolunun kesildiği anlaşılır. Vecdi de onlarla aynı evde yaşamaya başlar. Ancak çocukların ondan tiksineceğini düşünerek annesinin köşküne taşınır ve kendisini yalnızlığa ve ölüme mahkum eder.
3- BİR ÖLÜNÜN DEFTERİ ANA FİKRİ:
Bir insanın arkadaşının mutluluğunu feda etmesi.
4-BİR ÖLÜNÜN DEFTERİ- OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRMESİ:
Vecdi: Kendi duygularını belli etmeyen ama başkalarının duygularından son derece etkilenen, ailesini küçük yaşta kaybetmenin verdiği burukluğu ömrü boyunca hisseden duygusal bir insan. Nigar: Çocukluğundan beri köşkte yaşaması nedeniyle vecdi ve Hüsam dışında fazla arkadaşı olmayan, duygularını saklayan ağır başlı bir insandır. Hüsam: Saf, temiz kalpli, ailesinden çok uzak olduğu zamanlarda vecdi ve ailesini kendi ailesi yerine koyan şair ruhlu bir insandır. Hala: kocasını kaybettikten sonra kendini kızı ve abisinin yadigarı yeğeninin mutluluğuna adayan temiz kalpli bir insandır.
Halid Ziya’nın ailesi, “Uşak’ta helvacılıkla uğraşırken, İzmir’e göçerek “Uşşakizadeler” diye anılmaya başlayan zengin bir ailedir. Bu aile, işleri çok gelişince İstanbul’a da bir şube açtı ve bu şubeyi sermayesiyle birlikte oğul Hacı Halil Efendi’ye verdi. Halid Ziya, Hacı Halil Efendi’nin üçüncü çocuğu olarak 1866’da İstanbul’da doğdu. İstanbul’da ilk mektep, askeri rüşdiye… (1873-1878) Babasının işleri kötü gitmeye başlayınca Halid Ziya annesiyle birlikte İzmir’e dedesinin yanına gönderildi. Öğrenimini İzmir Rüşdiyesi’nde sürdürdü. (1878) Bu arada babasının işlerini düzene koyup İzmir’e gelişi ve yeni bir ticaretevi açışıyla sığıntı olma düşüncesini de zihninden atan Halid Ziya, ikinci bir okula hazırlık için Frenk Mahallesi’nin Alioti bölümündeki Auguste de Jaba adlı avukatın emrine verildi.
Halid Ziya, babasının katibi olarak işe başladı, bu iş edebiyat merakıyla pek bağdaşmadığından yeni iş tavsiyelerini dikkate aldı, ancak İstanbul’da hariciyeci olmak için yaptığı başvuru sonuçsuz kaldı. İzmir’e dönüşünde Rüşdiye öğretmenliğine başladı ve akabinde Osmanlı Bankası’na girdi. İstanbul’da Reji Genel Müdürlüğü’nün başkatiplik teklifini kabul ederek İzmir’den ayrıldı (1893). Reji’deki çalışma günlerinde Servet-i Fünun’a da katılarak edebi faaliyetlerini yoğunlaştıran Halid Ziya, Meşrutiyet’ten sonra bir süre Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde Batı edebiyatı okuttu sonra Mabeyn Başkatibi oldu (1909). Buradan ayrıldıktan sonra memuriyete dönmeyen ve tüm zamanlarını edebiyata veren Halid Ziya 23 Mayıs 1945 tarihinde İstanbul’da öldü.
Halit Ziya Uşaklıgil Eserleri
Romanları:Nemide,Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekası, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar
Hikayeleri:Bir İzdivacın Tarih-i Muâşakası, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Nâkıl (4 Cilt yerli ve yabancı öyküler), Bu Muydu?, Heyhat, Küçük Fıkralar (3 Cilt), Bir Yazın Tarihi, Solgun Demet, Bir Şi’r-i Hayal, Sepette Bulunmuş, Bir Hikâye-i Sevda, Hepsinden Acı, Onu Beklerken, Aşka Dair, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyesi.
Hatırıları:Kırk Yıl, Bir Acı Hikaye, Saray ve Ötesi.
Deneme:Sanata Dair
17.yy`da Türkler tarafından esir edilen astronomi,matematik ve tıptan anlayan bir Venedikli bilim adamının başından geçeler.
2. BEYAZ KALE ÖZETİ:
Venedik’ten Napoli’ye doğru seyretmektedirler. Türk gemileri yollarını keser. Üstelik onlar topu topu üç gemiyken, Türk gemilerinin ardı arkası kesilmemektedir. Bu Venedik gemisindeki kürekçi esirlerde Türk olduklarından kaptan onları kırbaçlayamaz. Kaptanın bu korkusunun, Yazarın hayatını değiştireceğinden haberi yoktur.
Türk gemileri geldiklerinde diğer iki Venedik gemisi gemilerin arasından sıyrılıp kaçar. Yazarın olduğu gemi ise kaçamaz ve Türk gemilerinin arasında kalır. O öğrenmeye düşkün biridir. Kamarasına iner ve Floransa’dan aldığı kitaplara göz gezdirmeye başlar. Türkler artık gemidedir yukarıdan seslerini duymaktadır. Yukarıya çıktığında esir düşen adamların ne yapılacağına karar verilir. Bu adamlardan çoğu kürekçi olur. Yazarın aklına ise astronomiden anladığı ve doktor olduğunu söylemek gelir. Böylece daha iyi yerlere gidebilir. Türklere bunu söylediğinde pek yüz bulamaz. Daha sonra İstanbul’daki sarayın zindanında bulur kendini. Burada doktorluk yapmaya çalışır. İyileştirdiği hasta sayısı çoktur ve bundan para da kazanmaktadır. Hal böyle olunca birgün Paşa tarafından çağırılır. Paşa’ya ya astronomi, matematik, tıp ve mühendislikten anladığını söyler. Paşa’nın özel bir durumu vardır. Paşa’nın hastalığı bildiğimiz nefes darlığıdır. Paşa bazı karışımlar hazırlar fakat bunu önce kendi paşanın önünde içer, sonra paşa zehirli olmadığı kanatına vardığında kendi içer. Adamı geri zindanına gönderirler. Adam zindanda doktorluktan kazandığı parayla türkçe dersi aldığı ve türkçeyi hemen öğrendiği görülnce Paşa şaşırır.
Günler, aylar geçtikten sonra Paşa’nın iyileştiğini duyunca sevinir. Fakat Paşa tarafından çağırılmamaktan yakınır. Birgün Paşa kendisini çağırır odaya girdiğinde gözlerine inanamaz kendisine tıpatıp benzeyen sakallı bir adam vardır. Paşa buna Hoca diye hitap etmektedir. Paşa mevzuyu açar ve bir düğün tertipleyeceğini ve bu düğünde Hoca’yla birlikte düğün için fişek yapacaklarını söyler. Hoca’yla hergün çalışırlar plarnlar yapar ve denerler. Birgün Paşa kendilerini izlemeye gelir. İkiside çok heyecanlıdır. Gösteriye iyi başlarlar ve iyi bitirirler. Paşa bundan menun kalır ve düğünde iyi bir başarıyla sonlanır. Hoca’yla yazar arasında ilginç rekabet vardır. Hoca üniversite okumamıştır fakat bu işlerle ilgilenir, öğrenmeye çalışır. Paşa birgün yeniden yazarı çağırır ve ona dinini değiştirirse azat edileceğini söyler. Dinini gelip gitmelere zorlamalara karşın değiştirmez. En sonun da iki tane iri yarı adam onu sarayın bahçesine götürür. Kafasını bir kütüğe koyarlar ve ona dini değiştirip değiştirmeyeceğini, değiştirmesse öldüreleceğini söylerler. Adam karar vereceği sırada ağaçların arasından kendinin koşup geçtiğini görür, şaşırır...Adam ne olursa olsun dinini değiştirmemektedir. Onu idam edemezler ve paşanın yanına götürürler. Paşa’nın yanında Hoca da vardır. Paşa artık Hoca’nın yanında olacağını azat etme hakkını Hoca’ya verdiğini söyler. Artık Hoca’nın kölesidir. Hoca’nın evnine giderler. Hoca’nın evi küçük ve havasızdır buraya geldiğinde yazar kendini hiç iyi hissetmez. Fakat sonraları yavaş yavaş alışmaya başlar. Hoca’nın amacı kölesinin bilgilerinden yararlanmaktır. Hoca sürekli kendinin bir abi ve kölenin de bir kardeş gibi öğretilenlerini dinlemesini ister. Çok şey bilen Hoca olmalıdır hep...Aralarında böyle garip bir rekabet süresince çalışırlar. Ağırlıklı olarak batı bilimi ve astronomi konuşulur. Hoca Ay’la Dünya arasında bir gezegen olduğunda ısrarcıdır. Günleri sürekli evde kölenin yaptırdığı masanın üzerinde çalışmayla geçer. Aralarında bazen kölenin özgürlük hırsı yüzünden, bazende Hoca’nın laflarının doğruluğu yüzünden tartışmalar ve sürtüşmeler olur.
Astronomi alanında çalıştıklarında ve de bunları Paşa’ya anlattıklarında Paşa bunu hoş karşılar. Paşa birgün Hoca’yı Padişah’ın huzuruna çıkarmaya karar verir. Padişah daha çocuktur yaptıkları astronomi araştırmalarını bir çocuğun anlayacağı şekilde düzenler ve ezberler. Gidecekleri gün geldiğinde yaptıkları astronomik aletleri de sarayı beraberlerinde götürürler çocuk bunları gördüğünde sanki bir oyuncağı gibi merakla dokunmaya başlar. Çocuk Hoca’nın anlattıklarını dinledikten sonra çok sevdiği hayvanlarıyla özellikle aslanıyla ilgili soru sormaya başlar. Hoca’da sırf çocuğu etkilemek için cevaplar verir, aslında Hoca’nın hayvanlardan anladığı yoktur. Hoca’nın kafasında çocuğu etkileyip bundan ilim hakkında çalışma yapmak için gelir sağlamak vardır. Yazarla birlikte kafalarından değişik değişik hayvanlar türetip bunları Padişah’a anlatırlar. Çocuk bunlardan çok etkilenir.
Çocuk artık büyümüş ve blue çağına girmiştir. Hoca çoğu zaman kendi kendine odada çalışır. Ne olursa olsun hoca padişah’ı etkilemeyi başarmış ve kendi istediği yerden dirlik almıştır.
Hoca yavaş yavaş bu öğretme duygusundan soyutlaşır. Karşısına alıp bir konu anlattığı insanlar çok saf ve bilgisiz eski kafalı idir. Hoca kendi kendine birgün “Niye benim ben” diye sorar, işte burada yazara fırsat doğar ve Hoca’nın direncini kıracak sözler söyler. Hoca sinirlenip birşeyler yazmasını ister, o ise geçmişiyle ilgili şeyler yazmaya başlar. Günlerce birşeyler yazar Hoca okur okur ve bir sonuç alamaz. Geçen günlerde kendi günahlarını yazamaya başlarlar. Yazar, yazar fakat Hoca yazdığında Hoca hemen sinirlenip kağıdı yırtar. Günler böyle geçip gider bir süre...
Hoca birgün sübyan okulundan geldiğinde veba çıktığını söyler.Yazar inanamaz buna. Ertesi gün çıkıp araştırır günlerce araştırır...Şehirde veba vardır bu doğrudur. Hoca yazarın çok korktuğunu görünce sevinir. Hoca ölümün Allah’ın takdiri olduğunu söyler ve yazılmışsa olacağı varsa olur der. Yazar çok korkmaktadır. Hoca birgün sübyan okulundan geldiğinde yazara göbeğinde çıkan bir çıbanı gösterir. Yazar çok korkar Hoca’da tedirgindir bu çıbandan aslında fakat pek belli etmemeye çalışır. Yazara sorar bu veba mı diye yazar cevap veremez. Hoca çok korktuğunu görünce keyiflenir ve “Hadi dokunsana der” fakat dokunamaz çok korkar. Diğer günler kabus gibi geçer artık kaçmalıdır bu evden kurtulmalıdır. Birgün bu isteğini gerçekleştirir. Hemen deniz kıyısına gider birikmiş parasıyla bir sandal tutar ve Heybeliada’ya kaçar. Burada bir balıkçının yanında çalışır karnını doyurur ve yaşamaya başlar. Birgün bağda uzanmış yatarken birden Hoca’yı görür karşısında şok olur ama Hoca kızgın değildir. Yaptığının, hasta bir adamı yatağında bırakıp kaçmanın büyük suç olduğunu kendisinde veba değil ufak bir hastalık olduğunu söyler. Bunları konuşacak vakitleri yoktur Padişah onlardan şehirdeki vebayı durdurmalarını ister. Hemen çalışmaya başlamaları gerekemektedir. Hızla çalışmaya başlarlar gidip camilerdeki tabut sayılarını sayarlar istatislikleri çıkarırlar, bunun gibi birçok şey yaparlar. Birgün Padişah’a gidip insanları evlere sokmalarını gerektiğini çarşıyı bir süreliğine kapatmaları gerektiğini yoksa baş edemeyeceklerini söyler. Padişah buna olumlu bakar fakat yanındaki vezir ve yardımcıları bunu istemezler ama Padişah’ın dediği olur. Yeniçeriler herkesi evine sokar ilkleri daha sonra çok az kişiye izin kağıtları verip ticaretin az da olsa işlemesini sağlar. Gün geçtikçe ölü sayısı azalır veba hemen hemen bitmeye başlar. Hoca ve yazar artık Padişah’ın güvenini kazanmıştır. Hoca ödülünü alır ve Müneccimbaşılığa getirilmekle kalmaz Padişah’la yıllardır uğraştıkları yakın ilişkiyi kurar. Hoca artık her sabah saraya girip Padişah’ın rüyalarını yorumlar gelecek hakkında konuşurlar. Yazar ise sürekli evdedir. Padişah çok sık av seferleri yapar Hoca bu seferleri aptalca bulur. Seneler böyle geçer...
Birgün Padişah Hoca’dan hep söz ettiği şu düşmanları dize getirecek silahı yapmasını ister. Bu sırada Hoca saraya çok az gelip gitmeye başlar. Onun yerine saraya artık Yazar gider.Padişah’la zaman zaman sohbet edip Hoca’yla çok benzerliklerinin olduğu aslında Hoca’nın kendisi olduğu gibi garip ve kafa karıştırıcı laflar söyler. Dört sene böyle geçer, sarayda eğlencelere katıla katıla iyice şişmanlar. Hoca ise silahını yapmış Padişah’ın seferden dönmesini bekler. Hoca’nın silahı çok büyük canavar gibi birşeydir. Çalışması için beş, altı adam gerekir ama silahın içi cehennem sıcağı olduğundan bunlar özel kişiler olmalıdır. Hoca günlerini silah denemeleriyle geçirir kış gelmiştir Hoca bu adamlarla bağlantılarını koparmamıştır. Yaz geldiğinde Padişah seferden dönmüş ve yeni bir sefere hazırlanır silah için adamlar çağrılır çünkü Hoca silahında savaşta yer almasını bekler. Beklediği gibide olur silahı savaşa çağırılır ve sefer çıkılır.Seferde günlerde ilerlenir çoğu kişi bu büyük makinenin ordunun hızını kestiği düşüncesinde kapılır.Hoca hristiyan köylerinden birine geldiğinde yaşlı bir adamı tercüman eşliğinde günahlarını söylemeye zorlar. Yaşlı adam utanır baskıdan sonra söyler.Söyler ama Hoca bunun yalan olduğu kanısındadır. Hocayı tatmin etmez ileriki günler normal insanları kimi bulursa sorguya çeker. Bazılarına doğru söylemesi konusunda işkence yapar, daha sonra geceleride vicdan azabı duyar. Bu böyle günlerce sürüp gider ve artık seferin amacı olan Kale’yi alacakları yere doğru yaklaşırlar. Hava sürekli yağmurludur ve bu koca canavar çamura batar. Artık herkes bunun ordunun direncini kırdığı düşüncesindedir. Askerlerin bile inancını kırar bu makine. Sultan zaten öfkelidir çünkü Doppio Kalesi hala alınamamıştır. Sabah olduğunda Beyaz Kale görünmüştür esrarengiz bir güzelliği vardır. Artık Beyaz Kale önlerindedir. Silahı deneme vakti gelmiştir. Silaha adamlar yerleştirilir ve hedefe doğru yönelinir fakat silah çamura saplanır daha ateş etmedende koca tekerleri altında adamları ezilerek can verir. Yazar Padişah’a bakamaz bir ara bakar ve Padişah’ın kafaların yanından geçip gittiğini görür...O akşam Hoca’yı Padişah’ın çadırına çağırırılar uzun bir süre gelmez ve bu süreç içerisinde yazar Hoca’yı çoktan öldürdüklerini ve biraz sonra cellatların da kendisinin canını almak için geleceğini düşünür ama öyle olmaz. Saba karşı Hoca gelir ve yazar eski hayatı hakkında birşeyler anlatmaya başlar kırkardeşinin kekeme olduğu, elbiselerinin çok düğmeli olduğu evinin bir masasının üzerindeki sedef kakmalı tepside şeftaliler ve kirazlar durduğunu masanın arkasında hasırdan örülmüş bir sedir olduğunu, üzerinde pencerenin yeşil çerçevesiyle aynı renkte kuştüyü yastıklar olduğu arkasına bir serçenin konduğunu, kuyu, zeytin ve kiraz ağaçlarını, onların arkasındaki ceviz ağacında yüksekçe bir dalına uzun iplerle bağlanmış bir salıncak belli belirsiz rüzgarda hafif hafif kıpırdandığı gibi... Sonrasında yazar bu hikayelere kaldıkları yerden geç de olsa süreceğine inandığını ve Hoca’nında aynı şeyi düşündüğünü, kendi hikayesine sevinçle inandığını bilir. Elbiselerini telaşla kapılmadan ve konuşmadan değiştirirler. Yazar ona yüzüğünü ve yıllarca ondan saklamayı becerdiği madalyonunu verir. İçinde annesinin resmi ve nişanlısının kendi kendine beyazlaşan saçları vardır. Sonra çadırdan çıkıp gider sessizce, ağır ağır kaybolur.
Aradan yıllar geçmiştir.Yazar Müneccimbaşının boynu vurulmadan , hayvanlara düşkün Padişah tahttan indirilmeden çok önce Gebze’ye kaçmıştır. Yazar bundan şikayetçi değildir.Çok parası İtalya’daki gibi bir evi, karısı ve dört çocuğu vardır artık yetmiş yaşındadır.
Padişah’la iki kere görüşmesinde laf O’ndan açılır. Padişah aslında her şeyi biliyormuş.O takvimleri, kitapları bütün o kehanetleri O’nun yazdığını bilir ve bunuda ona silah bataklığa saplandığında söyler. Bu konuşmalardan yazarın kafası çok karışır. Her şeye rağmen yazar O’nu özler
Yazar bir gün evindeyken yaşlı bir adam gelir bu adamla sohbet ederler. Adam da hayal ürünü şeyler yazdığını söyler. Bu hikayeleri birbirleriyle paylaşırlar. Bu adam yazarda garip duygular uyandırır. Evinde yatıya kalır bu adam gece boyunca birbirlerine yaşadıklarını anlatırlar ve bu anıları paylaştıktan sonra yaşlı adam evden ayrılır.
Yaşlı adamın girmesinden sonra yazar bize bir köşeye attığı ve hiç dokunmadığı O’nunla geçirdiği anıları anlatan kitabını bitirmeye karar verdiği günü anlatır. İki hafta öncesine kadar başka hikayeler türetmeye çalışan yazar İstanbul tarafından gelen bir atlı görür ve bunun kendi evine doğru geldiğini fark eder. Atla gelen adam önce İtalyanca konuşur fakat sonra O’nun kadar olmasa bile O’nun yanlışlarıyla Türkçe konuşur.Adını O’ndan öğrendiğini buraya kendisini O’nun gönderdiğini söyler. O’nun İtalya’da kitaplar yazdığını zengin olduğunu öncesinden bir kadınla evlenip geri eski nişanlısını bulup onunla evlendiğini, yeni kitabının adının “Orada Tanıdığım Bir Türk” olduğunu söyler. Yazar kendisininde O’nun la geçirdiği yılları anlatan bir kitap yazdığını söyler atla gelen adam bunu okumak ister. Adam okumaya başlar.Yazar üç saat bahçede oturup adamın kitabı bitirmesini bekler. Adam kitabın sonlarına geldiğinde adamın yüzü allak bullak olur. Yazar adamın bir sayfaya dikkat etmesini bekler kitabı bitirdiğinde sayfaları hızlıca karıştırır sonunda o sayfayı bulur dışarı hızla göz gezdirir. Ne gördüğünü yazar tabi ki çok iyi bilir:
Evin bir masasının üzerindeki sedef kakmalı tepside şeftaliler ve kirazlar durduğunu masanın arkasında hasırdan örülmüş bir sedir olduğunu, üzerinde pencerenin yeşil çerçevesiyle aynı renkte kuştüyü yastıklar olduğu hemen yanında da yazarın oturduğunu, arkasına bir serçenin konduğunu, kuyu, zeytin ve kiraz ağaçlarını, onların arkasındaki ceviz ağacında yüksekçe bir dalına uzun iplerle bağlanmış bir salıncak belli belirsiz rüzgarda hafif hafif kıpırdandığını görür.
3.BEYAZ KALE ANA FİKRİ:
İnsan sevdiği hele de hayatını bağladığı birinden asla şüphelenmemeli, hatta ona git gide daha da bağlanmalı; onu kaybetmemek için elinden geleni yapmalıdır.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Venedikli;ülkesinde çok iyi eğitim almış,her bilim alanında bilgisi ve kitapları olan,fakat kendini biraz beğenen bir kişidir.Hoca;iyi bir eğitim almış ve parlak bir zekası olan,aynı zamanda hırslı ve okumayı seven bir kişidir.Padişah;hayalperest,hayvanları ve avlanmayı çok seven ve olayları çok iyi takip eden, insanların etkisinde kalan bir kişidir.Paşa;sinsi ve hırslı,çevresindeki insanları kullanmayı seven bir kişidir.
7 Haziran 1952’de doğdu. New York’ta geçirdiği üç yıldan sonra hep İstanbul’da yaşadı. Liseyi Robert Kolej’de bitirdi. İstanbul Teknik Üniversitesinde üç yıl mimarlık okudu. 1976’da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. 1974’ten başlayarak düzenli bir şekilde yazı yazmayı kendine iş edindi. Kitapları belli başlı Batı dillerinde çevrildi. Romanları onüç dile çevrilen Orhan PAMUK’un kitapları Brezilya’dan Avustralya’ya, Norveç’ten İtalya’ya pek çok ülkede yayımlanmaya devam ediyor.
ömer seyfettin
.KİTABIN KONUSU : Hikayenin sosyal bozulma olarak değerlendirilecek küçük bir anekdotta, yalıda çalışan ve çalışmak için alınan hizmetkarların hırsızlık yapmalarıdır. Hatice Hanım’ ın yüksek ökçeli ayakkabıları bu anekdotun hikayenin başında ortaya çıkmasını engellemiştir. Batı hayranlığının timsali olan yüksek ökçeli ayakkabılar ne zaman terkedilmiş o zaman da yalı içerisinde görülen diğer aksaklıklar Ömer Seyfettin’in üzerinde durduğu önemli temalar haline gelir.
2.KİTABIN ÖZETİ :
İnterneti daha hızlı dolaşın. Google Araç Çubuğuyla birlikte Firefox’u da alın
Ömer Seyfettin bu hikayesinde Hatice Hanım karakteriyle Batı hayranlığını, şekil üzerinde uygulamaya çalışan bir kadın tiplemesinden faydalanarak dile getirir. Tanzimat Edebiyatı’ nda sıkça işlenen bu konu Ömer Seyfettin’ de bu hikaye ile devam eder. Hikayenin sosyal içerikli diğer bir konusu da izdivaç olayındaki çarpıklığın dile getirilişidir. Devrin getirdiği sosyal yapılanma kadınların genç yaşta ilerlemiş yaştaki erkeklerle evlendirilmesine zemin hazırlıyordu. Hatice Hanım’ da on üç yaşında iken altmışaltı yaşında zengin bir ihtiyarla evlenmiştir. Hatice Hanım bu izdivacın sonunda erkeklerden nefret etmeye başladığı görülür. Eşinin ölümünden sonra da bir daha evlenmemesi bu tepkinin sonucudur.
Hatice Hanım’ ın batı hayranlığı yüksek ökçeli ayakkabı merakıyla dile getirilir. Bu merak Hatice Hanım’ ın rahatsızlanmasına da sebep olmuştur. Devrin bu çarpık merakı Ömer Seyfettin’ in kendi kaleminde şekilcilik boyutuyla kendi uslubuyla dile getirilir.
Bu çalkantılarda zamanla etkilenen Hatice Hanım’ da artık gözünün görmediğinden vicdanım rahat düşüncesi ile eski hayatına tekrar geri döner.
DÜNYANIN NİZAMI
Hikaye genç bir kızın ağzından anlatılır. Genç kız kocaya varmadığını düşünmediğini aynı zamanda da erkeklere tavır takındığını dile getirir. Bu kinin belirtisi olarak da bahçelerinde besledikleri horozun tavukları rahatsız ettiği için öldürmekle gösterir. Ancak horozu öldürdükten sonra tavukların düzeni bozulur. Kısa bir süre sonra horozun tavukların düzenini ,birlik ve beraberliğini sağladığının farkına varır. Tavukların nasıl horoza ihtiyacı varsa kadınlarında erkeğe ihtiyacı olduğunu anlar. Bunun dünyanın nizamı olduğunu kabul eder. Artık o da dünyanın nizamına uyup evlenmesi gerektiğinin farkına varmıştır.
TAVUKLAR
Hikayede Ömer SEYFETTİN Anadolu’nun ücra bir köşesinde handa geçirdiği bir günü dile getirir. Hancı ve kahraman hikayenin belli başlı karakterleri olarak karşımıza çıkar. Ömer Seyfettin ‘in hikayede hanın içini görsel bir betimleme ile okuyucunun gözleri önüne sermeye çalışır. Tavukların davranışları Ömer Seyfettin’in gözünde canlanır. Düzgün hareketleri ,görünüşleri Ömer Seyfettin’ i etkilemiştir.
Hana her girişinde tavukları insanlardan korkmayışları belli bir yerde yiyecek verilecekmiş gibi toplanmaları onun muhayyilesinde akıllı insanların yaptıkları ile özdeşleşir.
Kısa bir süre sonra tavukların bu düzenli davranışlarında hancının hiçbir etkisi olmadığını öğrenmesi ve hancının tavuklara sürekli yiyecek vermediği söylemesi üzerine tavukların sürekli bekleyiş içinde bulunduğunun farkına varan kahramanımızın şaşkınlığı bir kat daha artmıştır.
BAHARIN TESİRİ
Hikaye eski bir İstanbullu’ nun ağzından anlatılır. Bu zat arkadaşının verdiği bir çay partisine gider ve çay partisinde gördüğü bir kadına aşık olur. Evine kapanır, ona göre kadın sanki dururken sönmüş bir lamba gibidir.Arkadaşı onu ziyarete geldiğinde aşkını ona anlatır. Arkadaşı bunun bir bahar aşkı olduğunu gelip geçeceğini söyler. Soğuk bir ortamda yaşarsa yani bahardan uzak kalırsa aşk zannettiği bu tutkunun söneceğini söyler ve hikayenin kahramanı soğuk bir yerde on gün kalır. Gerçekten de arkadaşının söylediğinin doğru olduğunu anlar.
ÇİRKİNLİĞİN ESRARI
Hikaye genç bir kızın yaş farkına rağmen umarsızcasına sevgi çırpınışlarını dile getirir. Genç kızın sevdiği adam yalnızlıktan hoşlanan yaşamında şimdiye kadar kadına pek fazla yer vermeyen bir tiptir. Ömer Seyfettin bu sevgiyi dile getirirken genç kızın düşüncelerini ve aşka bakışını da gözler önüne serer, kahraman her ne kadar yalnız kalmaktan hoşlanıyor görünse de genç kızlarla yalnız kalmanın aslında mutluluk verici olduğunu dile getirmekten de geri kalmaz. Özellikle Şuhude’ nin odaya girişi, güzelliği kahramanımızı etkilemiştir. Ancak bu etkilenmeyi dile getirebilecek kadar cesaretli değildir. Ağır başlı ve vakarlı davranmaya çalışır. Şuhude ile aralarında başlayan konuşmalar uzadıkça kahramanımız Şuhude’ nin kendisine aşık olduğunu itiraf etmesiyle birden karşı taarruza geçer ve kızı kendinden uzaklaştırmaya çalışır.
Şuhude o zamana kadar yaşadığı ada halkından Tevfik Çeşban tarafından istenmiş yakışıklı, zengin ve aynı zamanda genç olması Şuhude’ nin onu reddetmesini sağlamıştır. Bu noktada kahraman kendini aşık olunmayacak kadar yaşlı ve çirkin göstermeye çalışır. Şuhude’ nin güzelliğine asla yakışmayacağını düşündüğünden ondan kaçar. Kahraman Şuhude’ nin fiziki özelliklere gerçekten de önem vermediğini anlayabilmek için onun ada da en pis ve en yaşlı olan çirkin kral Ali Bey’ le de rahatlıkla yaşayabileceğini söylemesi Şuhude’ yi kendinden uzaklaştırır. Ancak böyle bir güzelliğin de çirkin bir insana ait olması, kahramanın aşk denilen kavramın ne olduğunu gerçekten sorgulamasını sağlamıştır.
AŞK VE AYAK PARMAKLARI
Ömer Seyfettin bu hikayesinde aşka ve insanlara bakış açısını Asime Hanımefendi’ nin ve Hasan’ ın ağzından yazdığı iki mektupla dile getirir. Asime Hanımefendi’ yi aşkın gerçekte ne olduğunu anlamayan bir karakter olarak gösterir. Hasan’ ın ağzından yazdığı mektupta kadına ve erkeğe bakış açısını görmek mevcuttur. Hasan’ a göre erkekler belirgin hayvanlarla özdeştir. Örneğin; arslan profiline sahip birinin arslan karakterine, eşek profiline sahip birinin inatçı olması gibi. Hasan bu noktada hayvanlarla özdeşleştirdiği erkeklerin aslında onlardan bir farkı olmadığını dile getirir. Kadınlar da Hasan’ ın gözünde pek farklı değildir. Onlara da hayvan profilleri yükleyip karakterlerini belirlemeye çalışır. Aslında Hasan’ ın yaptığı şey gerçekte insanların aşkın ne olduğunu tam anlamıyla çözemediklerinden şikayettir.
Hasan’ ın bir zamanlar Asime Hanım’ a duyduğu aşk onu tam anlamıyla tanıyamaması geçen zaman içerisinde de Asime’ nin gerçek karakterini çözümlemesi ile ondan uzaklaşır. Hasan’ da Asime Hanımefendi de buldum zannettiği aşkı bırakıp arayışına yeniden geri döner.
TUĞRA
Hikayede, kahramanın, bir meyhanede oturarak yaşamı irdelemesi dile getirilir. Kahraman günde on iki saat çalışan paraya pek fazla değer vermeyen biri olarak tanıtılır. Meyhanede oturarak kadınlara olan ilgisini, yaşamında kadın olmayışının eksikliğini ve maddiyatın insana gerçekte bir şey kazandırmadığını dile getirir. Tuğra yardımıyla maddiyatın eleştirisini, değersizliğini gözler önüne serer.
BİRDENBİRE
Hikayede Ahder ve Yumuk adlı iki kadın karakter yardımıyla yaş farkına rağmen aşk kavramının irdelenişi dile getirilir. Aşk onlara göre bir zümrüt-ü anka yani masaldır. Aşkın ne olduğunu dünyada kimse öğrenememiştir. Aşk şairlerin terennümlerinden ibarettir.
Ahder hayatında yaptığını zannettiği hataları genç olan Yumuk’ un da yapmaması için bir nevi aşk öğretmeni gibi davranmayı ihmal etmez hikaye boyunca.
NEZLE
Masume Hanım otuz dokuz yaşında genç görünümlü duygulu bir kadın olarak tanıtılır. Hikayede çarpık izdivacın sonuçları yine gözler önüne serilir. Diğer hikayelerden farklı olarak Masume Hanım erkeklere karşı tavır takınmayıp genç, güçlü bir erkekle tekrar evlenmek ister. Günün birinde on dokuzundan arabaya bakan hizmetçisi Himmet gelir aklına bir kır gezisinde arabacısına sorar: “Şu ahırın oradaki ineği öküzün şerrinden kurtar.”der. Himmet: “Öküz ineği üzmüyor, koklaşıyorlar.”der Masume Hanım bir türlü ilgisini çekemediği Himmet’ e arabayı mesire yerine çekmesini söyler ve kurduğu hayalinde artık yıkıldığının farkına varır.
TÜRKÇE REÇETE
Ömer Seyfettin bu hikayesinde, yanlış batılılaşmayı Belkıs Hanım karakteri ile ortaya koyar. Belkıs Hanım hikayede zengin bir dul olarak tanıtılır. Sık sık rahatsızlanması dolayısıyla Doktor Şerif’ i çağırdığında ondan hastalık dışında magazin, eğlence, aşk, kadınlar hukuku, Avrupa Kadınları, yaşamları vs.hakkında bilgiler alır. Bu konuşmadan sonra Belkıs Hanım iyileşir ama doktorun gideceği zaman tekrar hastalanır ve ondan reçete yazmasını ister. Doktor Türkçe bir reçete Yazarak Belkıs Hanım’ a verir. Belkıs Hanım bu noktada Doktor Şerif’ in Avrupa eğitimi almasına rağmen böyle bir reçete yazmasını başlangıçta yadırgar. Doktor reçetede Belkıs Hanım’ a eğlenceyi, lüksü, modayı ve Avrupai Yaşantıyı tavsiye eder. Hikayede Doktor Şerif doğru bir batılılaşmanın gerçek bir timsali olarak üzerinde sıkça durulan diğer önemli bir kahramandır. Doktor Şerif batı eğitimi almasına rağmen kültür değerlerini yitirmeyen sağlam bir tip olarak tanıtılır.
TERAKKİ
Ömer Seyfettin bu hikayesinde Niyazi ve Neşet yardımıyla toplumda görülen medeni ilerlemenin farklı yönlerini dile getirir. Niyazi ve Neşet duvarları kağıt kaplı odada oturmuş sigara dumanları içerisinde medeniyetteki ilerlemeden konuşuyorlardı. Kısa bir zaman önce telefonun, elektriğin, sinemanın, otomobilin, gramofonun olmadığından bahsediyorlardı. Bütün bu gelişmelere şimdi sahip olunmasına rağmen pahalılıktan yakınıyorlardı. Paranın hiç bir kıymetinin kalmadığını düşünüyorlardı.
Niyazi ile Neşet medeniyetteki ilerlemeyi böyle eleştirirken dışarıdan gelen sesle birlikte dilencinin bambaşka bir dem vurduğunu gördüler dilenci de kendine göre artık dünyanın değiştiğini, merhametin kalmadığını, insanlık denen şeyin sona erdiğini dile getirir. Herkesin eğlenceye düşkün olduğunu ifade eder. Niyazi ile Neşet bu durumu şaşkınlıkla seyreder. Dilenciyi hem küçük görürler hem de filozof ve sosyalist olarak nitelendirirler. Sekiz on sene evvel bunları bile söyleyecek müderrisin olmadığını belirterek yaşadıkları zamanın ne kadar da farklı olduğunu ortaya koymaya çalışırlar.
BOYKOTAJ DÜŞMANI
Mahmut Türkçe konuşan ancak kültür değerleri bakımından Rum olduğuna inanan, Türkçülük cereyanının yükselmesine ve azınlıklardan alış veriş yapılmaması için Türkçülerin yaptığı boykota sinirlenen bir gazetecidir. Mahmut hikayede Türkçe ile Yunan edebiyatı yapmaya çalışan bir karakter olarak da gözükür. Yeniden İstanbul’ da Bizans’ın dirileceğine inanmış edebiyatı Yunan Edebiyatı fakat dili Türkçe olan bir Bizans Kültürü muhayyilesine sahiptir. Ona göre bütün medeniyet, insaniyet, şiir ve musiki hayatı Yunan Medeniyetinden çıkmıştır.
TUHAF BİR ZULÜM
Ömer Seyfettin bu hikayesinde Gaspadin, Mülki idare mensubu ve Kaşdanov yardımıyla kendi siyasi düşüncelerini dile getirme fırsatı yakalar. Özellikle Kaşdanov ve Müki İdare mensubu arasındaki geçen konuşmalarda bu düşüncelerini daha belirgin olarak dile getirir.
Kaşdanov, bir Türk Diplomat ve Gaspadin Bulgaristan’ da görüşürler ve aralarında şu diyalog geçer: Gaspadin’ e göre Türkler’ den ne sosyalist olur ne de nosyonalist. Sebebini ise taassub olarak gösterir. Gaspadin Türkler’ in taassubundan çok istifade ettiğini belirtir. Deliorman’ a kaymakam olduğunda bir tane bile Türk olmadığını niyetinin burayı kan dökmeden Bulgarlaştırmak olduğunu belirtir. Kasaba’ ya Makedonya’ dan sürekli muhacir getirip onlara ikamet vererek domuz besiciliği yapmalarını sağlamış. Bir süre sonra, Türkler gelip durumdan şikayetçi olmuşlardır. Domuzların çeşmelerden su içtiğini, tarlalarında dolaştığını ulu orta sokaklarda gezdiğini söylediler. Gaspadin‘ de onlara hürriyetten, hayvan haklarından domuzunda Allah’ ın yarattığı bir hayvan olduğundan bahsedip Türkleri başından gönderdi. Domuz düşmanı olan Türkler yavaş yavaş evlerini, tarlalarını satıp İstanbul’ a göç ettiler. Gaspadin’ de Türkler’ in sattığı yerleri satın alıp Makedonya’ dan muhacie getirmeye devam etti. Hikayenin kahramanı Türk diplomat bu olayı dinleyince Gaspadin’ e karşı olan tavrını ortaya koyar.
3.KİTABIN ANA FİKRİ : Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler kitabı küçük hikayelerden ve bir de küçük bir piyesten oluşur. Hikayelere genel olarak bakıldığında ağırlıkta olan temanın sevgi ve aşk olgusu olduğu söylenebilir. Ancak Ömer Seyfettin hikayelerinde (Yüksek Ökçeler, Birden Bire, Nezle, Çirkinliğin Esrarı) aşırı yaş farkına rağmen yapılan izdivaçların yanlışları üzerinde de sıkça durduğu gözden kaçmamalıdır. Ancak bu hikayeler arasında Ömer Seyfettin’in siyasi düşüncelerini dile getirdiği Tuhaf Bir Zulüm adlı hikayesi farklı bir temada işlenen bir hikaye olarak göze çarpar. Piyes te yine karşılıklı sevgiyi dile getiren Ömer Seyfettin bu kez bu olayı dramatik bir halden çıkartıp komedi tarzında okuyucunun gözleri önüne serer.
4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ :
Hatice Hanım:Batı hayranı, bunu da her hareketi ve özellikle giyimiyle belli eden bir kadın.Kitap ismini de bu kadının yüksek ökçeli ayakkabılarından almıştır.
Hayranzade Şem’ i Bey : 55 yaşında yeni zengin bir patron.
Peride Hanım : Büro müdiresi.
Sermet Bey : Başkatipliğe namzet.
Niyazi Molla
Gazanfer Bey
Bican Efendi
Müstement Efendi : 45 yaşında garson dö büro.
5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:Kitap öncelikle ayrı ayrı hikayelerden oluşmuştur.Kitabın bu şekilde yazılması kitabı sıkıcı olmaktan uzaklaştırmış,ilgi çekici bir hale getirmiştir.Ayrıca kitaptaki karakter analizleri de oldukça iyidir.
6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:
ÖMER SEYFETTİN
28 Şubat 1884 tarihinde Gönen’de doğdu. Öğrenimine Gönen’de başlayan Ömer Seyfettin, Ayancık’ta ve annesiyle birlikte geldiği İstanbul’da Aksaray’daki Mekteb-i Osmaniye’ye devam etti. Eyüp’teki Baytar Rüşdiyesi’ni bitirip asker çocuğu olduğu için Kuleli Askeri İdadi’sine yazıldı (1893). Bir müddet sonra da Edirne Askeri İdadisi’ne naklolarak öğrenimini burada tamamladı. Daha sonra İstanbul’da Mekteb-i Harbiye’ye gelen Ömer Seyfettin, piyade mülâzımı sânisi rütbesiyle buradan mezun oldu. İzmir’de Teğmen (1903-1910), daha sonra da üsteğmen olarak Rumeli’de görev yaptı (1908-1910). Askerlik’ten ayrılıp Selanik’e gelerek, Genç Kalemler Dergisi’nde yazmaya başladı. Balkan Savaşı’nda tekrar subay olarak orduya döndü. Yunanlılar’ın elinde bir yıl kadar esir kaldı. Esareti sırasında da öykü yazamaya devam ederek bunları Halka Doğru, Türk Yurdu ve Zakâ dergilerinde yayımladı. İstanbul’a dönünce ordudan ikinci kez ayrılıp, ölümüne kadar Kabataş Lisesi edebiyat öğretmenliği yapan Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920 tarihinde İstanbul’da öldü